11 Haziran 2011 Cumartesi

Mustafa Irgat BİLAR'daki Deleuze Seminerlerinde (1991)

Ali Akay’ın Birleşmeyen Sentez kitabının içinde ve Plato Güncel Sanat Dergisi-4’te  (Nisan-Mayıs 2006) Nusret Polat ile yaptığı söyleşiden:

Aziz Nesin’in kurmuş olduğu BİLAR’a, bu alternatif üniversitedeki derslere, İskender Savaşır beni çağırmıştı, 1991 yılında; orada önce bir postmodernizm semineri, daha sonra bir Gilles Deleuze ve Guattari semineri yapmıştım. Ahmet Soysal’ı beraber yapalım diye çağırmıştım, çünkü Ahmet Soysal’ın da bir Deleuze meraklısı olduğunu biliyordum, henüz tanımıyordum onu fakat daha sonra öğrendiğim kadarıyla Deleuze’ün küçük bir metnini Beyaz dergisinde çevirmiş ve biz Deleuze’ün iki takipçisi olarak o sırada bu seminerleri yapmıştık. Derslere gelenler arasında Ece Ayhan, Yaşar Çabuklu, rahmetli Mustafa Irgat vb. vardı. Ece Ayhan’ın çok dikkatli bir dinleyici ve okuyucu olduğunu hatırlıyorum; “postmodern kavramını sen öbürleri gibi kullanmıyorsun, sen postmodernin modernden önce değil sonra olduğunu söylüyorsun” gibi çok az insanın dikkat etmiş olduğu çok önemli bir tespiti söylemişti bana.

---
Murat Üstübal'a teşekkürler.

9 Haziran 2011 Perşembe

Mustafa Irgat - ''Get Lan!'' (Defter, Kasım 1990)

Mustafa Irgat'ın Yılmaz Güney'in Umut'u üzerine yazdığı yazı, Defter'den

İNDİR


Sombahar'dan Mustafa Irgat'a Son Vazife

Sombahar dergisinin Mart-Nisan '95 sayısında, Mustafa'nın Çentik şiiri şaire vefa niyetiyle basılmış.

İNDİR


8 Haziran 2011 Çarşamba

Bülent Keçeli'den ''Şiir Devletin Değil Şairlerin Dağarcığındadır''

Şiir Devletin Değil Şairlerin Dağarcığındadır
Bülent Keçeli
Bir kısır döngünün içeriğinde yaşarız devletle, bazen şairler de bu kısır döngüye dahil olabilir. Günümüzde çokça dahil olmuşlardır. Şiirin muhafazakârlaşması, yerinde sayması, bir ilericilik sancısını taşımaması “şiirin devletleşmesi” sorununu doğurmuştur. Şairlerin devletin bir elemanı kılınmaya çalışılması, merkezileştirilmesi bir sorun olarak yamacımızda durur. Devlet merkezileştirme aygıtlarıyla ki bu aygıtlar organizasyonu görünmez kılan da aygıtlardır, bazı zihinsel manevraların etkisiyle şairleri etkisi altına alır. Şairin bir bağı yoktur görünümde, oysa eklemlerinden bağlanmıştır devlet aygıtının kollarına, işte burada sağlıklı bir okuma yapmak ne kadar mümkündür ona bakmamız gerekiyor.
Devletin aygıtları çoktur; ama belirsiz değildir. Bu çokluk dağıtılmış olsa da hiyerarşi nedeniyle çalışma düzeni belli olduğundan şairlerin bu sisteme doğallıkla ayak uydurması zordur. Şair radikal atom gibi dolanmak ister sistemin içeriğinde, dolaşım serbest olmalıdır. Kıstırılmak istenen istekleri dinlenmeyen diyebiliriz ki şairlerdir. Devlet kendi organizasyonunu ileriye taşımak, korumak ve tarihsel kılmak ister, akıla dayandırarak elbette, şairin akılla işi bilindik uygulama şeklinde değildir. Organizasyon akıl dışında olduğundan şairi kabul etmez, merkez oluşturarak kendisinin “aurasında” taşımak ister şairi. Şair için burdan kaçış kaçınılmazdır. Devlet ayrıca bilindik sistemini çok çabuk değiştirecek sistematiğe göre kurgulanmamıştır. Sistemini kalıcı ve kılıcı işletir. Şairse ona karşı koymak içgüdüsüyle doludur. Bu etki-tepki meselesini ister istemez doğurur. Şairle devlet arasında bir mesele vardır kısacası. Mesele çözülebilecek veya uzlaşabilecek bir mesele değildir.
Mustafa Irgat Şiirinde
Devlet Zihnine Karşılık Ters İmge
Şiirin devletten yana bir tavrı olamaz sistem karşıtıdır o. Devlet her şeyi yerli yerine oturtmak isterken şiiri de belirlediği yere doğru sürüklemek ister. Sürüklenmede bu akıntıya karşı çıkan şairlerden biridir Mustafa Irgat. Şair zihnini çalıştırarak devletin dağarcığını zorlar, galip gelemez ki kesin yenilir; fakat zayiatı verir. Zayiat akla dair zayiatlardandır. Modern dünyada her şeyin karşılığı akıl olagelirken ki bu devlette de böyledir. Mustafa Irgat gibi bir şairde bu aklın üstüne çıkmayı gerektirir. Her şeyi çözen modern dünyanın aklı Mustafa Irgat şiirinde yer alan dize kurulumları ve imge seçimleriyle devlet aklının üstünde kalır. Böylece şair umursamazlık belirliliğine atılır devlet tarafından, onu bilinmez ve görünmez bir yere aktarmaktır devletin aklı oysa, ifade! oluşmuş devrim provası gerçekleşmiştir.
Ailesi de devletin ailesi olan Irgat (Mina Urgan ve Cahit Irgat’ın çocukları) Anadolulu olamama sancısını her zaman içinde taşımıştır. İkinci Yeniden taşıdığı şiirsel anlatımın “nasıllığında neyi” anlatmıştır aslında, ne dediğimiz şiirin kelimeye dayanan yapısının, daha doğrusu devrimsel yapısının devinim kazanan yönünü çözmesidir. Bunun karşılığında yalnızlık kalır şaire, şiirsel yalnızlık zira “İkinci Yeni” ve Ece Ayhan’dan aldığı bayrağı modern bir kabulde taşımaz, taşıyamaz. Sinemaya inancını sorgular şiirle, sinemanın uzlaşan yanlarını sorgular, projelere inanmaz, moderne inanmaz aslında. Kurucu felsefeye inanmaz, bu anarşist bir inanmazlık maskesinde değildir. Popüler de kılınmaz bu mantıkta şair, pek umurunda da değildir zaten. İntibak etmez, iştirak etmez, tam şiir kimliğidir bu katıksız, durum devletin istediği bir profil değildir. Şair kimliği intibak etmezken şiir bir adım önde davranır ve şairi asıl sürükleyen şiiridir.
Şiirin bir ara yüzü yoktur. Direk davranır ve bir devrimci edasından çok, devrimin ruhunu yansıtır. Bir devrimci prototipi arayanlar yanılır, geniş zamanlara yayılmış devrimcidir.
Ücra şair ve yazarı Sinan Ulakcı’nın deyimiyle Ece Ayhan’ı anonimleştiren bir şairdir, onu şiir tarihine mal edendir. Ece Ayhan’ı sanat tarihine ve şiir tarihine mal edendir. Mustafa Irgat şiiri ortaya çıkmasaydı Ece Ayhan hâlâ belirsizliğini sürdürecekti. Mustafa Irgat belirsizlik bayrağını eline almıştır. Belirsizlik denen şey aslında imge adına gerçekleştirilen bir devrimdir. Ece Ayhan’ın belirsizliğini sürdürmesi demek İkinci Yeninin öncü vasfını zedeleyecek bir durumunda ortaya çıkmasına neden olacaktı. İkinci Yeni hesaplaşması daha da gecikecekti. Mustafa Irgat bu yönüyle “ikibinci yeninin” de önünü açmıştır.
Murat Üstübal Şiirinde Devlet Tarihselliğinin
Monotopik İlkelliğini Çözüş
İkibinlerin canlı şairlerindendir Murat Üstübal, teknik yanı kuvvetli bir can vermiştir şiire. Devletin popüler kılamayacağı, bunu denemeyeceği bir şairdir. Devlet popüler kılıp merkezileştiremeyeceği şairi çıkmaz kılar ve onu sistem dışı ilân eder, bunu ayrıca deklare etmez. Bu yönüyle devlet tarihine de katmak istemez bu tür sistem dışı davranan şairi, ne kadar merkezileşirse o kadar yaklaştırır. Bilinç içi tanımaz şairi, bilinç dışı tanımlar ve bunun üstünde dilediğinde resmileştirir, dilediğinde gayri resmî kılma ise gerçek şiir tarihinin alanındadır, gayri resmî kılma tarih yazımının gayri resmî alanında gerçekleşir.
Böyle bir şiirin içeriğini yaratmıştır, Murat Üstübal. Gramatiği iyi bilmesi ve çözmesi aslında resmî tarih söyleminin de çözülmesi aşamasıdır ayrıca. Üstünkörü her incelemede klâsik şiir tarihi açısından bakıldığında, kaba, çıkımsız bir dil üzerine inşa edildiği düşünülen bir şiirsellikle karşılaşılabilir. Fakat resmî tarih söyleminin devlet egemen söylemi açısından bakıldığında, fark edilecek şey bu egemen söyleme düpedüz kafa tutan ve onu saymayan bir dil söylemiyle, aslında inşasıyla karşı karşıya olduğumuzdur. Özellikle modern dünyanın devleti açıkta, kuşkuda hiçbir yapı bırakmamak isterken Murat Üstübal şiirinde her şeyi kuşkuya taşımak zorunda kalır.
Söyleme karşı çıkmak, yani tarihe karşı çıkmak, devletin en önemli enstrümanlarından birine karşı çıkmaktır. Devletin ve onun yerleşikliğinin manzumesi tarihsel söylem lafzına karşı dil üretmek bir anlamda hiçlik - yokluk karşıtlığını mistik anlamda direnç noktası ilân etmektir.
Bu anlamda Murat Üstübal şiirinde egemen söylemin tavrı, çürütülmek maksadıyla dil oluşturulur. Kuşku şiirsel söylemin de modernden payını, hissesini almasıdır. Murat Üstübal şiirinde bununla karşılaşmayan sistem (devlet) şiiri bir şekilde egemen söyleme inceletmek de istemez. Aslında bu incelemenin yeterli olmayacağını da bildiği için boş geçer. Boş geçilen her aşamada bu tür şiirsel yapıların söyleme zayiat verdiği tarihsel söylemin içinin boşalmasıyla anlaşılır. Şiirin inceleme aşamalarının her biri bir resmî söylem basamağını iptal etmesiyle sonuçlanabilir.
Bu iki şairinde şiirsel okumalarıyla devletin resmî söyleminin boşa düştüğü, zamanla pörsüyeceği başka bir yazının konusu olmayı derinden hak ediyor.
(Karagöz, sayı 13, Ekim-Kasım-Aralık 2010)

Murat Üstübal'a yazıyı ulaştırdığı için teşekkür ederiz.

3 Haziran 2011 Cuma

Semih Kaplanoğlu'nun Son Dönem Röportajlarından



Biz onları görmedik. Fakat eserlerine baktığımızda Ece Ayhan’ın ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirlerindeki şekil ile muhteva arasındaki paralellik bizi cezbediyor. Belki de anlatmaya çalıştığınız o büyüdür.
Aynen o. Önemli olan da o. Sonuçta, tabi ki tutarlı olması gerekmiyor. Bambaşka bir hayat yaşayıp bambaşka bir şiir yazabilir. Ama tanıklık…
Tanık olarak soruyorum ben zaten.
Şahitliğin bana getirdiği durumlardan bahsediyorum. Ece Ayhan, 1982’den ölümüne kadar arkadaşlık yaptığım bir insandı. Aynı evi paylaştığımız zamanlar oldu. Onun kavgacılığını benle olsun, Mustafa Irgat’la olsun belli insanlarla arkadaşlıklarında biz görmedik.  Kavgacılığı elbette var. Onun çok fazla eleştirdiği bir şeyi yaparsan kavga çıkartır. Mesela Mustafa Irgat’ı daha doğru bir hayat yaşaması için uyarırdı.  Sen bu uyarıdan bir kavga çıkartırsan çıkartırsın. Ece, hem yaşadığı günlerin nabzını tutan hem de tarihe şiirin keskinliğini ve kronolojisini de kırarak uygulayan Türkiye’deki güç ve iktidar mevkilerini tarihselliğini görebilen şiiri de buna bağlı olarak kurup güncel hayata sızabilen. Gündelik hayattan bir şeyi tarihin içine yerleştirip yeniden bir tarih yorumu yapabilen çok önemli bir şair. Tarihselliği bu şekilde konumlaması önemli.


İzmir’den İstanbul’a ilk geldiğinizde enteresan bir ev hayatınız olmuş. Mustafa Irgat’la beraber oturmuşsunuz... 
Evet, Mustafa Irgat ve Ece Ayhan. Yazları Ece bey Gümüşlük’te çadır kurardı. Mülksüz bir adamdı, bir daktilosu, bir çadırı vardı. Kışları da, birilerinin evinde boş bir yer varsa orada kalırdı. Mustafa bir ev tutmuştu Cihangir’de, onu paylaşalım dedik. Bir oda Mustafa’nın, bir oda benim, bir tane de salonu var, Ece Ayhan da o salonda yaşıyordu. Ve ekonomik zorluklardan dolayı o apartmanın kaloriferleri yanmıyordu, Ece bey galerileri geziyordu sıcak diye. Onlardan çok şey öğrendim ben. Ve onlar aracılığıyla İlhan Berk’ten, genç şairler gelirdi sonra Haydar Ergülen, Nilgün Marmara, orada büyük bir cemaat halinde yaşanıyordu. Şimdi çoğu hayatta değil ama her filmimde onları bir şekilde anmaya çalışıyorum.

Erol Akyavaş'la, Ece Ayhan'la, Mustafa Irgat'la bu söyleşi sayesinde tekrar buluştum bir de! Onları tekrar andım. Bütün o insanların benim hayatıma nasıl etki ettiklerini ancak şimdi görebiliyorum. Yoksa onlardan ne aldığımı, bendeki tesirlerinin nasıl ve nereden olduğunu yaşarken anlayamazdım tabii ki. Şimdi fark ediyorum ve minnetle anıyorum hepsini.


İzzet Yasar'ın Kadir Aydemir Röportajından

Röportajın tamamı için

...

Pek çok insanın (okur ya da yazarın) bilmediği, akıllarına bile gelmeyecek sözcükleri şiirlerinizle dolanıma alıyorsunuz. Bu ilgi ne zaman, nereden başladı sizde, dilinize bu sözcükler nasıl yapıştı?
Ben bunu önce Mustafa Irgat’ta gördüm. Onun yüzlerce sözlüğü (tarama, argo, mitolojik vs.) didikleyerek nasıl ciddi bir şekilde – adeta bir mühendis gibi- şiir çalıştığını gördüm. Ve böyle bir çalışmanın şiire neler kazandırabileceğini gördüm. Tıpkı, bir bestecinin aradığı notayı bulması gibi, aradığınız bir kelimeyi herhangi bir sözlükte bulabilirsiniz. “Şiir kelimelerle yazılır” diyen Mallarmé de böyle çalışırdı şiire. Ayrıca, bu yöntem, bana saldırgan ve müstehcen olma imkânını da veriyor. Özellikle yakın tarihimiz bence müstehcen bir tarihtir. Ve onu kurcalarken benim de müstehcen ve muzır olmak hoşuma gidiyor. Yani bu kelimeler benim bu oyunu oynamamı kolaylaştırıyor aynı zamanda. İnsanları bu yolla rahatsız etmek istiyorum. Çünkü insanlar fazla rahat! Rahatsız edilmeleri gerekiyor…
...
İlhan Berk sizin şiiriniz için “Bir başına, kapalı, çetin, lanetli bir şiiri sürdürüyor” diyor. Lanetli bir şiir mi sizin şiiriniz, öyle ise, şiirinizi lanetli yapan şeyler neler?
Bunu bir başıma sürdürmüyorum; Mustafa Irgat’la beraber sürdürüyorum, Ece Ayhan’la beraber sürdürüyorum. Lanetli olup olmadığını da bilmiyorum şiirimin. Sanırım, Rimbaud için kullanılmıştı lanetli şair tanımı. Rimbaud zaten kendi kendini lanetlemişti metinlerinde… Sonra da hayatında…

Mustafa Irgat - Gerçeklik ve Dolaysız Sinema (Antonioni İçin)

Gerçeklik ve Dolaysız Sinema
(Antonioni İçin)


[sf. 48]

Kimi sinemacılara göre, bir kilit deliğinin arkasına gizlenmiş olan kamera (alıcı), kaydedebildiği kadarını kaydeden geveze bir gözdür. Bize göreyse (buradaki "biz" giderek "ben'' kılınacaktır), kamera bir bakıştır ya da bir bakış olmalıdır, olmaya çalışmalıdır (Bkz. Defter Sayı 14. 1990) [1]. Hadi diyelim ki, sinemada göz mercektir. Peki, ya kaydedilmeyenler? Deliğin (merceğin) sınırları dışında olan bitenler? Delik yetmeyebilir: On, yüz, iki yüz delik açın; bir o kadar da kamera yerleştirin ve kilometrelerce boş film çekin. Elde edeceğiniz şudur: Bir olayın esas görünümlerinin yanı sıra, onun ikincil derecede önem taşıyan, saçma ya da gülünç görününtülerinin de toplandığı dağ gibi bir malzeme yığını... İşiniz, bu malzemeyi seçerek ayıklamak ve kısaltarak yoğunlaştırmak olacaktır. Ama hakiki olay, ayıklamaya başladığınız görünümleri de içeriyordu (kapsıyordu); kendine has kusurları; konu fazlalığı vardı. Oysa seçerek kısaltmakla, hakiki olayı bozuyorsunuz. Bir başka deyişle, onu yorumluyorsunuz. Kadim Mesele. İşte bu noktada sözü Michelangelo Antonioni'ye bırakalım: "Hayat ne basittir, ne de her zaman anlamakla kavranabilir. Ve bir bilim olarak kararlaştırılmış tarih bile, onu bütünüyle açıklayamıyor: Tarihten bir sanat gerçekleştiren bir tarihçiyle (Strachey), tarihten nefret eden bir şairin (Valery) farklı yollardan geçerek vardıkları bir sonuç bu." [sf. 49]

Hem zaten, kimi omuz çekimlerinin kurgudaki düzenlerini değiştirerek, onların anlamlarını da değiştiren Kuleşov'un deneyleri iyi biliniyor: Bir tas çorbaya gülümseyerek bakan adamın iştahı kabarmıştır. Aynı adam, aynı gülümsemeyle ölmüş bir kadına bakarsa, köpeksinin tekidir (Bkz. Nijat Özön: Sinema Terimleri Sözıüğü, Sayfa 188). Öyleyse, o kilit deliği, ikiyüz kamera, dağ gibi yığılmış malzeme neyin nesidir. 1960'lı yılların ortasında, Antonioni'ye göre İtalyan Yeni Gerçekçiliği'nden türemiş bu tarz sinemaya "Dolaysız sinema" deniyor.

Bu yazıda, sorunumuz, "Dolaysız sinema"ya karşı çıkmak ya da ondan yana olmak değil elbet. Üstelik, hangi "Dolaysız sinema"? Birçok açıdan, Lumiere ve Melies de; Vertof ve Ayzenştayn da; Rouch, Godard Cassavetes vs. de zaman zaman "Dolaysız" sayılabilir (bu çetrefil olguyu, ilerideki yazılarımızda açımlamaya çalışırız belki). Söylemek istediğimizi şöyle özetleyelim: "Dolaysız sinema"yı özgül sanan ve bu yüzden de yanılsama içinde olan bir kesim sinernacı ya da sinernacı adayı hala mevcut. Ayrıca bu kimseler, bu akımı savunurken, onu mutlak nesnellikle kurumsallaştırıyorlar. Kafada tasarımladıkları aletin, ancak bir sibernetik merkezindeki, gözlemleyen ve betimleyen eşsiz bir makine olabileceğini belirtelim. Ama şu olgu da açık ve yadsınamaz: Bu makine bile bir programa gereksinme duyacaktır. Böylelikle makine sayısız davranışı üstlenebilir: Yalın bir biçimde tasviri olabilir; etik bir tarzda evrim gösterebilir; ya da, bir yandan estetik anlamda, bir yandan da bilgilendirerek (yorum yaparak) ispatlayıcı anlamda davranabilir. Cana yakın ve düşmanca anlamlarda da ... Ve gelecekte, bu çeşit makinelere, hiç kuşkusuz yenileri eklenecektir. Hatta, belki de zamanla, bu makine, günlük gazetelerdeki köşe yazarının, röportaj muhabirinin yerini alacaktır. Bir arabayı kullanabilecektir. Ama bu son olasılıkla dahi, gitmek istediğiniz adresi ona bildirmeniz gerekecektir. Sonuç olarak, bu makinenin, temel bilgilere (kavramlara), ayrıca da bir buyruklar şeceresine ihtiyacı vardır.

Saf "dolaysız sinema" yönetmenleri, kamera koltuklarının altında, istedikleri kadar halkın arasına karışıp soruşturmalarını filme çeksinIer, bu hiçbir şeyi değiştiremez. Çünkü söz konusu yönetmenlerin, sinemaya bir yön verebilmeleri için bir fikir, bir  [sf. 50] tavır almaları gerek. Yoksa kameraları eylemsiz ve ölgün kalacaktır. Nasıl ki, insanüstü belleğine ve milyonlarca malumatına rağmen, dünyanın en güçlü hesap makinesi programlanmayınca eylemsiz ve ölgün kalırsa ...

(Özgür Gündem, 2 Ekim 1992)

Duhuldeki Deney'den

[1] Defter 14'te Mustafa Irgat'ın Get Lan yazısı bulunmaktadır. Bu yazı Duhuldeki Deney'de bulunabilir.


Görsel Antonioni'nin kısa filmi Superstizione'den (Hurafe) olup yazının aslında bulunmamaktadır, tarafımızdan eklenmiştir. izle.

Esprits Nomades'ın Mustafa Irgat Sayfası

Gil Pressnitzer'in editörü olduğu Esprits Nomades (Göçebe Ruhlar) Fransa'da yabancı sanatçıları tanıtmayı amaçlayan devasa bir ansiklopedi. İzzet Yasar da Mustafa Irgat'ı tanıtmış.

sayfa için tıklayınız.



At Gözü'nün Fransızca çevirisi


Œil de cheval

Sermet Cagan

La folie est ma chair et mon os.
Avec les nerfs de mon cerveau trempé depuis longtemps dans la mort
je remue mon image dans le bol.
Et si nous regardions mes souliers dans lesquels je vois du sang quand je me réveille?

L'Œil du cheval est mon empire.
Mes oreilles peuvent devenir yeux et aussi mains doigts par doigts.
Quand la poussière et le vent lèchent ma peau distillée
Entends! Je suis un homme fait de pluie et d'écume.

La politique est ma chair et mon os.
Sans raison j'ai passé toute mon enfance à enterrer les croix gammées.
A moi convient de tresser les cheveux de fille tombés dans mes bras invalides.

L'Œil du cheval est mon empire.
Je me soulève en haut comme si j'entrais sous un cercueil.
Ces trois "toutashkonz"-là arrachent mes sept vies de huit saisons.
C'est à ce moment que je deviens les autres inachevés de tous les jours.

Essai de traduction: Izzet Yasar