9 Ekim 2010 Cumartesi

Mehmet Günsür - Annemin hatıvalavında ben neden yokum?


Annemin hatıvalavında
ben neden yokum?

Mehmet Günsür


Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.

Öfkeli bir toplantıda beni bekliyorlardı. Dinledim, sustum. Sonra çok uzun konuştum. İri yarı patron, başka bir gezegenden gelmişim gibi dinledi, her zamanki gibi.

Uzun ve iyi konuştum, itiraz ettim, fikir söyledim, sözümü kesmeden dinlediler.

Benim bu işten aldığım paranın karşılığı buydu, sevindiler.

“İşte bu!” diye böğürerek, sırıtmayla havlama arası bir yüz ifadesiyle masaya yumruğunu vurdu patron, altın kıravat iğnesini düzelterek kalkıp, odadan çıktı.

Yemeğe gittim.

Kilisenin bahçesine bakan yerde, pirzola, çoban salata yedim, biraz rakı içtim. Eve döndüm. Uyuyanlar, gitmişti. İşi aradım, ilgililere, toplantıdan sonra yemek yerken aklıma gelen bazı yeni fikirleri anlattım.

Biraz şaşırarak ama heyecanla dinlediler. “Ayrıntıları çocuklar halleder” dedim. Ateşimin ve tansiyonumun yükseldiğini, dinlenmek istediğimi söyledim.

Mecburen, anlayışla karşıladılar.

Pencereleri açtım, ortalığı havalandırdım.

Denize karşı oturup, saman kağıtları üzerine biraz resim yaptım, yanık kibritlerin uçlarıyla, çini mürekkepleriyle, güvercin tüyleriyle falan. Kendimi oyaladım.

İndim, bakkaldan bir şişe votka, yarım kangal sucuk ve biralar aldım. Yerken ve içerken, bazı satırlar, yazılar yazmaya çalıştım.

Balkonda martılar, kediler vardı. Ekmek, süt verdim.

Yıkandım.

Sevgilim geldi. Seviştik. İçi sanki şiir dolu, şirin bir genç kadındır. Uyuduk. Gece, saat on sularında uyandık.

Taksim’e çıktık, Taxim’e gittik.

Jamaika’lı bir reegy grubu çalıyordu, sarı, yeşil, kırmızı kurdeleli, boyuna asılan hakem düdükleri dağıtılıyordu, içi nohutlu.

Onlar çalarken, biz de düdükleri öttürüp dans ediyor, bira içiyor ve öpüşüyorduk.

Sevgilim, kavramsal sanat yapıyordu.

Bir çok tanıdıkla karşılaştık, hoşuma gitti.

Gösteri biterken, bazılarına, “Bana gelsenize,” dedim.

“Yarın iş var,” diyenler oldu.

Sonunda bir kaç kişi eve döndük, yolda içecek bazı şeyler alındı.

Güneşin Boğaz sırtlarında, Üsküdar cıvarından doğuşunu seyrettik, boş boş ve uzunca konuştuk.

Bir çift, yalnız kalmak istiyordu, onlara odamı verdim.

* * *

Şimdi, buralarda -neresiyse, daha anlayamadım- durup düşündüğümde, ben yer değiştirirken, yanımda yalnızca böyle bazı akşamlardan tanıdığım insanlar vardı. Bunu hatırladım.

Annemin hatıralarına, -bana kitabı birileri çıkarttı- bilmem ki, babamı çok hatırlattığım için mi, kabul edilmedim?

Geçen pazar, tatildi.

İki farklı siteyi birbirinden ayıran tel örgüler boyunca yürürken, onunla karşılaştım. Çitin diğer tarafında, kurak ve taşlı toprakların, küçük volkanların olduğu bölgedeydi.

Selamlaşmadık.

Bu kadarı da olur mu?

Seslendim, “Anne,” dedim, “Ben senin hatıralarında neden yokum?”

“Ben onları yazarken, sen daha doğmamıştın,” diye cevap verip, dikenlerin ve kayaların içinde, yere bakarak yürümeye devam etti.

Çimenler ve çiçeklerle kaplı, güzel kokan topraklarımızda dolaşırken, isimlerini, yüzlerini ansiklopedilerden, kitaplardan, belgesel filmlerden tanıdığım çeşitli insanlarla selamlaşırken, René Char’la karşılaştık.

Çevresinde dostları vardı, ellerinde içki kadehleriyle, konuşarak ve gülüşerek yürüyorlardı. Onlara özenle hizmet eden pembe ve tombul kıçlı melekler, nedense Yakup’un dükkanındaki garsonlara benziyordu. Ya da, bana öyle göründüler. Buralarda, rahatlamış ve sakin görünüyordu René. Bakışlarında, öfke ve sırdan pek iz kalmamış gibiydi.

Durdu, nedense benimle ilgilendi, belki de buralara uymayan bir keyifsizlik sezmişti halimde.

“Bak, dinle beni genç adam,” dedi.

(Ona göre, “genç”tim demek ki.)

“Nous sommes pareils à ces poissons retunus vifs dans la glace des lacs de montagne. La matière et la nature semblent les protéger cependant qu’elles limitent a peine la chance du pecheur,,”

Melekler, elime bir bardak merlot şarap vermek için birbirleriyle heyecanla yarışıyorlardı.

René’ye belli bir saygıyla selam verdim.

(Bayat laflar ediyordu, ama belli ki buralarda bir ağırlığı vardı.)

“Güzel söyledin hocam, seni biliriz, sayarız ” dedim. “Çevren geniştir, bir yolunu bulup, annemi bu tarafa aldırabilir misin? Aslında öbür site pek ona uymuyor.”

Annemin künyesini okudum. “Hallederiz koçum,” dedi ve takımıyla birlikte, yürüdü gitti.

Kâzım’la karşılaştım. “Senin burada ne işin var, öbür tarafta olmalıydın,” dedi.

Her zamanki gibi, iri gözleriyle, kara kara, kötümser bakıyordu.

“Esas sizinkilerin yeri öbür taraf! Haydi yürü, bir şeyler içelim.”

Büyük bir söğüt ağacının altında, düzgün biçilmiş koyu yeşil çimenler üzerine kurulu açık büfede, bardaklarımızı şişesi üç bin franklık Fransız şaraplarından birini seçerek doldurduk.

Nilgün ve Hür, hoş bir sohbete dalmıştılar, biraz onlara takıldık. Hasan, motosikletiyle geldi, motor burada sessiz çalışıyordu. Deniz, Adnan amca, Erdal, Talat ağbi, her zamanki gibi siyaset konuşuyorlardı.

Birkaç yüz metre ötemizde, Edip ve Turgut golf oynuyordu. Ece, üç tekerlekli hi-teck bir arazi aracına kurulmuş, başında mor bandanası ve güneş gözlükleriyle, Cohiba purosundan küçük nefesler çekerek, çevrelerinde hızlı turlar atıyor ve, “Benim meramım bu! Bu!” diye bağırıyor ve gülüyordu. Cemal de onu, “Evet, evet!” diyerek azdırıyordu.

“İzzet ne zaman gelir acaba?” diye sordu Kâzım.

“Bilmiyorum, onun işi hiç belli olmaz. O, bence bir tür Highlander” dedim.

* * *

Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.


---
İzzet Yasar'a Teşekkürler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder