24 Ekim 2010 Pazar

İlhan Berk, Mustafa Irgat Üzerine


Ücra-18’de İlhan Berk ile Sorgusual’siz yapılıyor.

Ücra soruyor: Mustafa Irgat şiirinin Ece Ayhan şiirinin tersi olduğunu ve şiire doğrudan bir protesto olduğunu belirtiyorsunuz bir yazınızda. Bu anlamda Irgat şiirinin doğası, sunduğu yeni açılım ve olanakları biraz açar mısınız?

İlhan Berk yanıtlıyor: İkisinin kaynakları aynıdır ama, birlikte gidip geldiklerini pek söyleyemeyiz. Sunumlarına gelince: Ece’de dil yapıcı iken onda bozgundur. Ece söylerken dikilir, Mustafa ise kusar. Ece alttan alta yapıcı iken, o her şeyiyle yıkıcıdır. Gene Ece gülerken o surat asar. Sonra da Ece şiir bir işe yarasın derken, o üstüne kezzap dökülsün ister. Asıl da biri varı yazarken, o yoku kazar.

(Ekim- 2004)


---
Murat Üstübal'a Teşekkürler.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Cumhuriyet Meyhanesi'nde, Ece Ayhan ve Şürekası


SAİT FAİK’İN AÇIK YA DA GİZLİ KIŞ MEKÂNLARI-2


...Ve Cumhuriyet meyhanesi. Sahne sokağı ile Kalyoncukulluğu Caddesi’nin kesiştiği köşededir. 1933′den beri Cihat Burak’ın, Sait Faik’in, Orhan Veli’nin.. Edip Cansever’in.. vs.nin mekânıdır. Şimdi biz de (…) Cihat Burak’la, Sezer Tansuğ’la, Gülsün Karamustafa’yla, Özay Erkılıç’la, Turgay Özen’le, Ufuk Üsterman’la, Mithat Şen’le, Mustafa Irgat’la, Feryal Çeviköz’le, Yaşar Çubuklu’yla zaman zaman akşamları Cumhuriyet meyhanesine gidiyoruz.


Ece Ayhan
Arkitekt Dergisi, 1992, Sayı:3, s. 94- 99



kaynak

Orhan Koçak'tan

Orhan Koçak'ın HAFİFLEMİŞ SONRANIN ŞİİRİ başlıklı yazısından

...İyi ama hep olumsuzluklarla, yaptıklarından çok yapmadıklarıyla betimleyegeldiğimiz bu şiir kendi hazzını nerede ve nasıl üretiyor?
Böyle bir soru, ne kadar sert, haşin ya da “zihinsel” olursa olsun her şiirin bir haz kaynağı da olduğunu, kendinden zevk aldığını varsayar – benim de katıldığım bir varsayım. Zekâ’da bu hazzın duyusal olmadığını, imgelerle ilişkili olmadığını gördük. Çok da temelsiz olmayan bir karşılaştırma yararlı olabilir burada. Mustafa Irgat ve İzzet Yasar’ın şiirlerinde de ironi ana mecaz, ana devinimdir; okurun (ve geleneğin) beklentilerini boşa çıkarmaktan sancılı bir haz alan şiirlerdir bunlar; ama bu haz ikisinde de ses aracılığıyla, işitsel figürasyonlar aracılığıyla devşirilir: İkisinde de öne çıkan kakışım, sesin düpedüz reddedilmesine değil, daha yüksek, çünkü daha çatışık, daha katmanlı bir biçimde yeniden kurulmasına yönelir. 


[kaynak]

Haydar Ergülen'den ''1986 olmalı, bir yaz öğlesonu...''

''1986 olmalı, bir yaz öğlesonu, Emek sinemasında, İlhan Berk, Ece Ayhan ve Mustafa Irgat’la birlikte Truffaut’nun “Siyah Gelinlik” Filmini izlemiştik, sonra da onlar film üzerine konuşmuşlardı, ben dinlemiştim.''




Le poéte travaille
Şubat-Mart 2004 SAYI: 9

Haydar Ergülen
iki defter: şiir ve sinema

Barış Özgür'den Irgat'a


Bir dizim gitti Bir dizim
Sağlam hesaplarsak eder
Toplam iki diz

                                          Mustafa Irgat’a

Sadece ‘‘de’’ acınılıyor nılıyor a
Kuzu lahtine durak otağın ğ
Çobanıyoruz biz+ler iz hasıl
A bak sürme bak bak bu emir bk

Kaydırk rak ak+r nolur kay hak
Sızmalama koy’nûn mimetik semiyolojisi
Bişey hani şey hem de hiç
Koydurak otağın’Ğ yo r orulmak

Hişşiştşiş diyekrek ırk mız
Vallaha altına kot 2,3-dikerim
Kerim r giyinir ğ kadın seversin
Adında viy oğulumunanan

Seninanan hanan ğanan nn
Otağın ğ cık latmadan nanann
Yutağın çprlak oşey de serin
Üç taşsız bişey savaş anan


                                          Barış Özgür


Ücra-27'den (temmuz 2005)

---
Murat Üstübal'a teşekkürlerler.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Genç Sinema Dergisi

Mustafa Irgat'ın da ekipte olduğunu hatırlatalım. 


''1968 Ekim’inde yayına başlayan “Genç Sinema”; Veysel Atayman, Mehmet Gönenç, Ahmet Soner ve Mustafa Irgat’tan oluşan kadrosuyla siyasal eleştiriyi üst boyuta taşır, sinema eleştirisini militan bir tavırla tanıştırır. '' kaynak 


Fırsat olursa dergiyi tarayalım.

15 Ekim 2010 Cuma

Seksenlerin Başı, Paris'te



Mehmet İleri - Mubin - Mehmet Nazım - Mustafa Irgat ve Komet
cafe le gymnase, 80lerin başı


44 boulevard de Bonne Nouvelle 75010 Paris*



---
İzzet Yasar ve Komet'e teşekkürler.


* Önder yerine suşici açıldığını yazıyor.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Mehmet Günsür - Annemin hatıvalavında ben neden yokum?


Annemin hatıvalavında
ben neden yokum?

Mehmet Günsür


Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.

Öfkeli bir toplantıda beni bekliyorlardı. Dinledim, sustum. Sonra çok uzun konuştum. İri yarı patron, başka bir gezegenden gelmişim gibi dinledi, her zamanki gibi.

Uzun ve iyi konuştum, itiraz ettim, fikir söyledim, sözümü kesmeden dinlediler.

Benim bu işten aldığım paranın karşılığı buydu, sevindiler.

“İşte bu!” diye böğürerek, sırıtmayla havlama arası bir yüz ifadesiyle masaya yumruğunu vurdu patron, altın kıravat iğnesini düzelterek kalkıp, odadan çıktı.

Yemeğe gittim.

Kilisenin bahçesine bakan yerde, pirzola, çoban salata yedim, biraz rakı içtim. Eve döndüm. Uyuyanlar, gitmişti. İşi aradım, ilgililere, toplantıdan sonra yemek yerken aklıma gelen bazı yeni fikirleri anlattım.

Biraz şaşırarak ama heyecanla dinlediler. “Ayrıntıları çocuklar halleder” dedim. Ateşimin ve tansiyonumun yükseldiğini, dinlenmek istediğimi söyledim.

Mecburen, anlayışla karşıladılar.

Pencereleri açtım, ortalığı havalandırdım.

Denize karşı oturup, saman kağıtları üzerine biraz resim yaptım, yanık kibritlerin uçlarıyla, çini mürekkepleriyle, güvercin tüyleriyle falan. Kendimi oyaladım.

İndim, bakkaldan bir şişe votka, yarım kangal sucuk ve biralar aldım. Yerken ve içerken, bazı satırlar, yazılar yazmaya çalıştım.

Balkonda martılar, kediler vardı. Ekmek, süt verdim.

Yıkandım.

Sevgilim geldi. Seviştik. İçi sanki şiir dolu, şirin bir genç kadındır. Uyuduk. Gece, saat on sularında uyandık.

Taksim’e çıktık, Taxim’e gittik.

Jamaika’lı bir reegy grubu çalıyordu, sarı, yeşil, kırmızı kurdeleli, boyuna asılan hakem düdükleri dağıtılıyordu, içi nohutlu.

Onlar çalarken, biz de düdükleri öttürüp dans ediyor, bira içiyor ve öpüşüyorduk.

Sevgilim, kavramsal sanat yapıyordu.

Bir çok tanıdıkla karşılaştık, hoşuma gitti.

Gösteri biterken, bazılarına, “Bana gelsenize,” dedim.

“Yarın iş var,” diyenler oldu.

Sonunda bir kaç kişi eve döndük, yolda içecek bazı şeyler alındı.

Güneşin Boğaz sırtlarında, Üsküdar cıvarından doğuşunu seyrettik, boş boş ve uzunca konuştuk.

Bir çift, yalnız kalmak istiyordu, onlara odamı verdim.

* * *

Şimdi, buralarda -neresiyse, daha anlayamadım- durup düşündüğümde, ben yer değiştirirken, yanımda yalnızca böyle bazı akşamlardan tanıdığım insanlar vardı. Bunu hatırladım.

Annemin hatıralarına, -bana kitabı birileri çıkarttı- bilmem ki, babamı çok hatırlattığım için mi, kabul edilmedim?

Geçen pazar, tatildi.

İki farklı siteyi birbirinden ayıran tel örgüler boyunca yürürken, onunla karşılaştım. Çitin diğer tarafında, kurak ve taşlı toprakların, küçük volkanların olduğu bölgedeydi.

Selamlaşmadık.

Bu kadarı da olur mu?

Seslendim, “Anne,” dedim, “Ben senin hatıralarında neden yokum?”

“Ben onları yazarken, sen daha doğmamıştın,” diye cevap verip, dikenlerin ve kayaların içinde, yere bakarak yürümeye devam etti.

Çimenler ve çiçeklerle kaplı, güzel kokan topraklarımızda dolaşırken, isimlerini, yüzlerini ansiklopedilerden, kitaplardan, belgesel filmlerden tanıdığım çeşitli insanlarla selamlaşırken, René Char’la karşılaştık.

Çevresinde dostları vardı, ellerinde içki kadehleriyle, konuşarak ve gülüşerek yürüyorlardı. Onlara özenle hizmet eden pembe ve tombul kıçlı melekler, nedense Yakup’un dükkanındaki garsonlara benziyordu. Ya da, bana öyle göründüler. Buralarda, rahatlamış ve sakin görünüyordu René. Bakışlarında, öfke ve sırdan pek iz kalmamış gibiydi.

Durdu, nedense benimle ilgilendi, belki de buralara uymayan bir keyifsizlik sezmişti halimde.

“Bak, dinle beni genç adam,” dedi.

(Ona göre, “genç”tim demek ki.)

“Nous sommes pareils à ces poissons retunus vifs dans la glace des lacs de montagne. La matière et la nature semblent les protéger cependant qu’elles limitent a peine la chance du pecheur,,”

Melekler, elime bir bardak merlot şarap vermek için birbirleriyle heyecanla yarışıyorlardı.

René’ye belli bir saygıyla selam verdim.

(Bayat laflar ediyordu, ama belli ki buralarda bir ağırlığı vardı.)

“Güzel söyledin hocam, seni biliriz, sayarız ” dedim. “Çevren geniştir, bir yolunu bulup, annemi bu tarafa aldırabilir misin? Aslında öbür site pek ona uymuyor.”

Annemin künyesini okudum. “Hallederiz koçum,” dedi ve takımıyla birlikte, yürüdü gitti.

Kâzım’la karşılaştım. “Senin burada ne işin var, öbür tarafta olmalıydın,” dedi.

Her zamanki gibi, iri gözleriyle, kara kara, kötümser bakıyordu.

“Esas sizinkilerin yeri öbür taraf! Haydi yürü, bir şeyler içelim.”

Büyük bir söğüt ağacının altında, düzgün biçilmiş koyu yeşil çimenler üzerine kurulu açık büfede, bardaklarımızı şişesi üç bin franklık Fransız şaraplarından birini seçerek doldurduk.

Nilgün ve Hür, hoş bir sohbete dalmıştılar, biraz onlara takıldık. Hasan, motosikletiyle geldi, motor burada sessiz çalışıyordu. Deniz, Adnan amca, Erdal, Talat ağbi, her zamanki gibi siyaset konuşuyorlardı.

Birkaç yüz metre ötemizde, Edip ve Turgut golf oynuyordu. Ece, üç tekerlekli hi-teck bir arazi aracına kurulmuş, başında mor bandanası ve güneş gözlükleriyle, Cohiba purosundan küçük nefesler çekerek, çevrelerinde hızlı turlar atıyor ve, “Benim meramım bu! Bu!” diye bağırıyor ve gülüyordu. Cemal de onu, “Evet, evet!” diyerek azdırıyordu.

“İzzet ne zaman gelir acaba?” diye sordu Kâzım.

“Bilmiyorum, onun işi hiç belli olmaz. O, bence bir tür Highlander” dedim.

* * *

Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.


---
İzzet Yasar'a Teşekkürler.

İzzet Yasar ve Mustafa Irgat, 1970'lerin başı, Bodrum


fotoğraf: Ayşe Nur Kocatopçu

İzzet Yasar'ın arşivinden.