22 Kasım 2010 Pazartesi

Semih Kaplanoğlu anlatıyor: Mustafa Irgat


Semih Kaplanoglu'nun Yusuf Üçlemesinin DVD edisyonu yaninda gelen mülakat kitabindan.


***

Bir de Mustafa Irgat var ayni evde

Mustafa çok acılı bir hayat sürdü ve kendini bitiresiye yaşadı. Ece ve Mustafa çok farklı iki uçtu benim hayatımda. Ece nasıl sert ve tavizsiz bir dervişse, bir üryan babaysa, Mustafa da büyük bir alaycılıkla, kahredici bir ironiyle adeta kendini alçaltmaya çalışan bir adamdı. Bir pagan dansı gibi yaşadı hayatı. Çok iyi, çok vicdanli bir adamdı ve cok savunmasızdi... Beni film yapma konusunda en çok cesaretlendiren, "Mutlaka yapmalısın" diyen de yine Mustafa'dır. Mustafa çok iyi bir festival izleyicisiydi ve sinema konusunda çok iyi bir koku alma yeteneği vardi. Festival kataloğundan en iyi filmleri bulur, beni de götürürdü. Beni Tsai Ming Liang sinemasıyla tanıştıran insan Mustafa'dır mesela. Festivalde "Nehir"i ve "Delik"i izlemis, filmden çıkınca beni bir şekilde buldu ve "İki elin kanda olsa bu filmleri görmen lazim, inanilmaz bir yönetmen" dedi. O yıl festivalde iki üç Tsai Ming Liang filmi gosteriliyordu, Mustafa öyle deyince hepsine gittim. Jean-Marie Straub gibi sinemanin en marjinal adamlarından birinin iki filmi festivale gelmişti, biri Kafka'nin "Amerika"sından uyarladıkları "Klassenverhaltnisse". Mustafa beni ona da götürdü. Filmin sonunda salonda en fazla on kişi kalmıştık...
Mustafanin "Duhuldeki Deney" diye bir kitabi vardir, sinema yazilarinin toplandigi. Burada, kutuphanemde olmasi lazim... Bak, 1969'da "Yeni Sinema"da yazmaya baslamis. "Defter"de ve "Nokta"da yazilan cikmis. Sonra "Ozgur Gündem"e gecmis. "Özgür Gündem"deki yazılarinda Antonioni, Pasolini ve Paradyanov'dan bahsediyor. Sinemaya dusunsel katki anlaminda Turkiye'nin isimsiz kahramanlarımdan biridir Mustafa... Ece'yle, Mustafayla o evde paylastigimiz gunler bana siiri, sinemayi, omurgali olmayi, hayatın icindeki onem sirasini ogreten gunler oldu. O evde geçirdiğim iki yıl, bazı konulardaki mesafelerimi, bakis acimi, onceliklerimi bana bir sekilde ogretmis olabilir... sairlerle birlikte olmak insana bir sey daha ogretiyor: Her sairin metafizik bir alani var. Konustugumuz dili reddeden ve şiir yoluyla imha etmeye çalisan o adamlarda manevi bir alan gorürsün. Gorünen halin ötesine geçmeye, somut şeyler uzerinden de olsa soyutu yakalamaya çabalarlar.


...

ve devami


---
Alperen'e tesekkurler.

14 Kasım 2010 Pazar

Öküzlemeler'den

"çok severdim mustafa ırgatı, bayılırdım. tam sahici adamlardan biriydi. hiç komplo ihtimali yoktu. mina urgan çok iyi yetiştirmiş. aleyhimde konuşuyor mesela; onu bile geliyor kendisi anlatıyor bana."


Ece Ayhan, Öküzlemeler, s.11


---
ömer sağolsun.

24 Ekim 2010 Pazar

İlhan Berk, Mustafa Irgat Üzerine


Ücra-18’de İlhan Berk ile Sorgusual’siz yapılıyor.

Ücra soruyor: Mustafa Irgat şiirinin Ece Ayhan şiirinin tersi olduğunu ve şiire doğrudan bir protesto olduğunu belirtiyorsunuz bir yazınızda. Bu anlamda Irgat şiirinin doğası, sunduğu yeni açılım ve olanakları biraz açar mısınız?

İlhan Berk yanıtlıyor: İkisinin kaynakları aynıdır ama, birlikte gidip geldiklerini pek söyleyemeyiz. Sunumlarına gelince: Ece’de dil yapıcı iken onda bozgundur. Ece söylerken dikilir, Mustafa ise kusar. Ece alttan alta yapıcı iken, o her şeyiyle yıkıcıdır. Gene Ece gülerken o surat asar. Sonra da Ece şiir bir işe yarasın derken, o üstüne kezzap dökülsün ister. Asıl da biri varı yazarken, o yoku kazar.

(Ekim- 2004)


---
Murat Üstübal'a Teşekkürler.

23 Ekim 2010 Cumartesi

Cumhuriyet Meyhanesi'nde, Ece Ayhan ve Şürekası


SAİT FAİK’İN AÇIK YA DA GİZLİ KIŞ MEKÂNLARI-2


...Ve Cumhuriyet meyhanesi. Sahne sokağı ile Kalyoncukulluğu Caddesi’nin kesiştiği köşededir. 1933′den beri Cihat Burak’ın, Sait Faik’in, Orhan Veli’nin.. Edip Cansever’in.. vs.nin mekânıdır. Şimdi biz de (…) Cihat Burak’la, Sezer Tansuğ’la, Gülsün Karamustafa’yla, Özay Erkılıç’la, Turgay Özen’le, Ufuk Üsterman’la, Mithat Şen’le, Mustafa Irgat’la, Feryal Çeviköz’le, Yaşar Çubuklu’yla zaman zaman akşamları Cumhuriyet meyhanesine gidiyoruz.


Ece Ayhan
Arkitekt Dergisi, 1992, Sayı:3, s. 94- 99



kaynak

Orhan Koçak'tan

Orhan Koçak'ın HAFİFLEMİŞ SONRANIN ŞİİRİ başlıklı yazısından

...İyi ama hep olumsuzluklarla, yaptıklarından çok yapmadıklarıyla betimleyegeldiğimiz bu şiir kendi hazzını nerede ve nasıl üretiyor?
Böyle bir soru, ne kadar sert, haşin ya da “zihinsel” olursa olsun her şiirin bir haz kaynağı da olduğunu, kendinden zevk aldığını varsayar – benim de katıldığım bir varsayım. Zekâ’da bu hazzın duyusal olmadığını, imgelerle ilişkili olmadığını gördük. Çok da temelsiz olmayan bir karşılaştırma yararlı olabilir burada. Mustafa Irgat ve İzzet Yasar’ın şiirlerinde de ironi ana mecaz, ana devinimdir; okurun (ve geleneğin) beklentilerini boşa çıkarmaktan sancılı bir haz alan şiirlerdir bunlar; ama bu haz ikisinde de ses aracılığıyla, işitsel figürasyonlar aracılığıyla devşirilir: İkisinde de öne çıkan kakışım, sesin düpedüz reddedilmesine değil, daha yüksek, çünkü daha çatışık, daha katmanlı bir biçimde yeniden kurulmasına yönelir. 


[kaynak]

Haydar Ergülen'den ''1986 olmalı, bir yaz öğlesonu...''

''1986 olmalı, bir yaz öğlesonu, Emek sinemasında, İlhan Berk, Ece Ayhan ve Mustafa Irgat’la birlikte Truffaut’nun “Siyah Gelinlik” Filmini izlemiştik, sonra da onlar film üzerine konuşmuşlardı, ben dinlemiştim.''




Le poéte travaille
Şubat-Mart 2004 SAYI: 9

Haydar Ergülen
iki defter: şiir ve sinema

Barış Özgür'den Irgat'a


Bir dizim gitti Bir dizim
Sağlam hesaplarsak eder
Toplam iki diz

                                          Mustafa Irgat’a

Sadece ‘‘de’’ acınılıyor nılıyor a
Kuzu lahtine durak otağın ğ
Çobanıyoruz biz+ler iz hasıl
A bak sürme bak bak bu emir bk

Kaydırk rak ak+r nolur kay hak
Sızmalama koy’nûn mimetik semiyolojisi
Bişey hani şey hem de hiç
Koydurak otağın’Ğ yo r orulmak

Hişşiştşiş diyekrek ırk mız
Vallaha altına kot 2,3-dikerim
Kerim r giyinir ğ kadın seversin
Adında viy oğulumunanan

Seninanan hanan ğanan nn
Otağın ğ cık latmadan nanann
Yutağın çprlak oşey de serin
Üç taşsız bişey savaş anan


                                          Barış Özgür


Ücra-27'den (temmuz 2005)

---
Murat Üstübal'a teşekkürlerler.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Genç Sinema Dergisi

Mustafa Irgat'ın da ekipte olduğunu hatırlatalım. 


''1968 Ekim’inde yayına başlayan “Genç Sinema”; Veysel Atayman, Mehmet Gönenç, Ahmet Soner ve Mustafa Irgat’tan oluşan kadrosuyla siyasal eleştiriyi üst boyuta taşır, sinema eleştirisini militan bir tavırla tanıştırır. '' kaynak 


Fırsat olursa dergiyi tarayalım.

15 Ekim 2010 Cuma

Seksenlerin Başı, Paris'te



Mehmet İleri - Mubin - Mehmet Nazım - Mustafa Irgat ve Komet
cafe le gymnase, 80lerin başı


44 boulevard de Bonne Nouvelle 75010 Paris*



---
İzzet Yasar ve Komet'e teşekkürler.


* Önder yerine suşici açıldığını yazıyor.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Mehmet Günsür - Annemin hatıvalavında ben neden yokum?


Annemin hatıvalavında
ben neden yokum?

Mehmet Günsür


Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.

Öfkeli bir toplantıda beni bekliyorlardı. Dinledim, sustum. Sonra çok uzun konuştum. İri yarı patron, başka bir gezegenden gelmişim gibi dinledi, her zamanki gibi.

Uzun ve iyi konuştum, itiraz ettim, fikir söyledim, sözümü kesmeden dinlediler.

Benim bu işten aldığım paranın karşılığı buydu, sevindiler.

“İşte bu!” diye böğürerek, sırıtmayla havlama arası bir yüz ifadesiyle masaya yumruğunu vurdu patron, altın kıravat iğnesini düzelterek kalkıp, odadan çıktı.

Yemeğe gittim.

Kilisenin bahçesine bakan yerde, pirzola, çoban salata yedim, biraz rakı içtim. Eve döndüm. Uyuyanlar, gitmişti. İşi aradım, ilgililere, toplantıdan sonra yemek yerken aklıma gelen bazı yeni fikirleri anlattım.

Biraz şaşırarak ama heyecanla dinlediler. “Ayrıntıları çocuklar halleder” dedim. Ateşimin ve tansiyonumun yükseldiğini, dinlenmek istediğimi söyledim.

Mecburen, anlayışla karşıladılar.

Pencereleri açtım, ortalığı havalandırdım.

Denize karşı oturup, saman kağıtları üzerine biraz resim yaptım, yanık kibritlerin uçlarıyla, çini mürekkepleriyle, güvercin tüyleriyle falan. Kendimi oyaladım.

İndim, bakkaldan bir şişe votka, yarım kangal sucuk ve biralar aldım. Yerken ve içerken, bazı satırlar, yazılar yazmaya çalıştım.

Balkonda martılar, kediler vardı. Ekmek, süt verdim.

Yıkandım.

Sevgilim geldi. Seviştik. İçi sanki şiir dolu, şirin bir genç kadındır. Uyuduk. Gece, saat on sularında uyandık.

Taksim’e çıktık, Taxim’e gittik.

Jamaika’lı bir reegy grubu çalıyordu, sarı, yeşil, kırmızı kurdeleli, boyuna asılan hakem düdükleri dağıtılıyordu, içi nohutlu.

Onlar çalarken, biz de düdükleri öttürüp dans ediyor, bira içiyor ve öpüşüyorduk.

Sevgilim, kavramsal sanat yapıyordu.

Bir çok tanıdıkla karşılaştık, hoşuma gitti.

Gösteri biterken, bazılarına, “Bana gelsenize,” dedim.

“Yarın iş var,” diyenler oldu.

Sonunda bir kaç kişi eve döndük, yolda içecek bazı şeyler alındı.

Güneşin Boğaz sırtlarında, Üsküdar cıvarından doğuşunu seyrettik, boş boş ve uzunca konuştuk.

Bir çift, yalnız kalmak istiyordu, onlara odamı verdim.

* * *

Şimdi, buralarda -neresiyse, daha anlayamadım- durup düşündüğümde, ben yer değiştirirken, yanımda yalnızca böyle bazı akşamlardan tanıdığım insanlar vardı. Bunu hatırladım.

Annemin hatıralarına, -bana kitabı birileri çıkarttı- bilmem ki, babamı çok hatırlattığım için mi, kabul edilmedim?

Geçen pazar, tatildi.

İki farklı siteyi birbirinden ayıran tel örgüler boyunca yürürken, onunla karşılaştım. Çitin diğer tarafında, kurak ve taşlı toprakların, küçük volkanların olduğu bölgedeydi.

Selamlaşmadık.

Bu kadarı da olur mu?

Seslendim, “Anne,” dedim, “Ben senin hatıralarında neden yokum?”

“Ben onları yazarken, sen daha doğmamıştın,” diye cevap verip, dikenlerin ve kayaların içinde, yere bakarak yürümeye devam etti.

Çimenler ve çiçeklerle kaplı, güzel kokan topraklarımızda dolaşırken, isimlerini, yüzlerini ansiklopedilerden, kitaplardan, belgesel filmlerden tanıdığım çeşitli insanlarla selamlaşırken, René Char’la karşılaştık.

Çevresinde dostları vardı, ellerinde içki kadehleriyle, konuşarak ve gülüşerek yürüyorlardı. Onlara özenle hizmet eden pembe ve tombul kıçlı melekler, nedense Yakup’un dükkanındaki garsonlara benziyordu. Ya da, bana öyle göründüler. Buralarda, rahatlamış ve sakin görünüyordu René. Bakışlarında, öfke ve sırdan pek iz kalmamış gibiydi.

Durdu, nedense benimle ilgilendi, belki de buralara uymayan bir keyifsizlik sezmişti halimde.

“Bak, dinle beni genç adam,” dedi.

(Ona göre, “genç”tim demek ki.)

“Nous sommes pareils à ces poissons retunus vifs dans la glace des lacs de montagne. La matière et la nature semblent les protéger cependant qu’elles limitent a peine la chance du pecheur,,”

Melekler, elime bir bardak merlot şarap vermek için birbirleriyle heyecanla yarışıyorlardı.

René’ye belli bir saygıyla selam verdim.

(Bayat laflar ediyordu, ama belli ki buralarda bir ağırlığı vardı.)

“Güzel söyledin hocam, seni biliriz, sayarız ” dedim. “Çevren geniştir, bir yolunu bulup, annemi bu tarafa aldırabilir misin? Aslında öbür site pek ona uymuyor.”

Annemin künyesini okudum. “Hallederiz koçum,” dedi ve takımıyla birlikte, yürüdü gitti.

Kâzım’la karşılaştım. “Senin burada ne işin var, öbür tarafta olmalıydın,” dedi.

Her zamanki gibi, iri gözleriyle, kara kara, kötümser bakıyordu.

“Esas sizinkilerin yeri öbür taraf! Haydi yürü, bir şeyler içelim.”

Büyük bir söğüt ağacının altında, düzgün biçilmiş koyu yeşil çimenler üzerine kurulu açık büfede, bardaklarımızı şişesi üç bin franklık Fransız şaraplarından birini seçerek doldurduk.

Nilgün ve Hür, hoş bir sohbete dalmıştılar, biraz onlara takıldık. Hasan, motosikletiyle geldi, motor burada sessiz çalışıyordu. Deniz, Adnan amca, Erdal, Talat ağbi, her zamanki gibi siyaset konuşuyorlardı.

Birkaç yüz metre ötemizde, Edip ve Turgut golf oynuyordu. Ece, üç tekerlekli hi-teck bir arazi aracına kurulmuş, başında mor bandanası ve güneş gözlükleriyle, Cohiba purosundan küçük nefesler çekerek, çevrelerinde hızlı turlar atıyor ve, “Benim meramım bu! Bu!” diye bağırıyor ve gülüyordu. Cemal de onu, “Evet, evet!” diyerek azdırıyordu.

“İzzet ne zaman gelir acaba?” diye sordu Kâzım.

“Bilmiyorum, onun işi hiç belli olmaz. O, bence bir tür Highlander” dedim.

* * *

Çalar saat çaldı. Uyandım. Saati susturdum. Uyudum.

Çok uyumuşum, öğlene doğru uyandım. Evden, yerlerde ve kanapelerde uyuyan insanların arasından süzülerek çıktım, her günkü gibi ara sokaklardan yürüdüm, gördüğüm bazı kedileri sevdim.

İşe gittim. İş başlamıştı.


---
İzzet Yasar'a Teşekkürler.

İzzet Yasar ve Mustafa Irgat, 1970'lerin başı, Bodrum


fotoğraf: Ayşe Nur Kocatopçu

İzzet Yasar'ın arşivinden.

19 Eylül 2010 Pazar

Mustafa Irgat'ın oynadığı film: Zungenbrecher / Tekerleme

Merlyn Ecer'in 1985'te çektiği ve Ayşe Şiir'in (Öke) de kadrosunda bulunduğu filmi ben bulamadım, elinde olan varsa, bana ulaştırabilirse internete koyabiliriz.

film hakkında, bkz. BFI

Ayrıca Karlsruhe 17. Avrupa Kültür Festivali'nde gösterilmiş

Berlin film festivali 86'dan

bu filmde İzzet Yasar'da oynuyor ve diyalog yazarı.

Sinopsisin çevirisi:
Genç adam, eşini anadolu yakasındaki trene bıraktıktan sonra, vapurda bir hayli zamandır İstanbul’da bulunmayan eski bir arkadaşıyla karşılaşır. Genç kadın [arkadaşı] arkadaşlarına ulaşmaya çalışır, adreslerini bilmiyordur, telefon numaraları çalışmaz, sokak isimleri dahi değişmiştir. Şehirde dolanır...
Tekerleme - Zungenbrecher
BRD/Türkei 1985, Merlyn Ecer (Solakhan).
mit Mustafa Irgat, Zümrüt Pekin, Hakki Misirlioglu.
16mm, 73 Min., dt. UT


Nachdem er seine Frau zum Zug gebracht hat, der in den asiatischen Teil der Türkei fährt, trifft ein junger Mann auf dem Fährschiff, das zwischen dem Bahnhof Haydarpasa und Karaköy verkehrt, eine Bekannte aus früherer Zeit, die gerade nach längerer Abwesenheit wieder in Istanbul angekommen ist. Die junge Frau versucht, alte Freunde zu erreichen; sie sind unbekannt verzogen, Telefonnummern stimmen nicht mehr, auch Straßennamen haben sich geändert. Sie geht durch die Stadt...



Alman Film Müzesi sitesindeki sinopsis
İstanbul'da genç insanlar. Evine dönen bir kadın arkadaşlarını arıyor. Bir partide hepsiyle buluşuyor. Şair [İzzet] Yasar şiir okuyor. Akşamı abisiyle geçiren kadın ertesi sabah otelde ölü bulunuyor. Hayat devam ediyor. 

16 Eylül 2010 Perşembe

Mustafa Irgat ve Mina Urgan Fotoğrafları

Hurriyet'ten

Ağustos '98

Ömer'e Teşekkürler.

10 Eylül 2010 Cuma

Murat Üstübal'dan ''TEMSİL EDİLEMEYEN’E...'' yazısı


TEMSİL EDİLEMEYEN’E TESLİM EDİLEMEYEN: MUSTAFA IRGAT

 Şiir için ‘had’ olarak belirlenen temsili bir im politikası varsa eğer bunun ç’imlenmesi karşısında uçlaşan bir poetica’nın sonsuzda var olması olanağı şimdi’de var olması anlamına gelir. Ç’imlenen im, imsilerin çoğul hareketinde sökün eden uç veren şiirin uç-imidir artık. İmsiler, sınırı aşıp dizge-dışı, dizge-üstü ve dizge-çatlağı olanağında üşüşürler patafiziğin alansızlığına. İç-veren uç-alan mekânsızlığında ve iç-aşan uç-kalan zamansızlığında dikine gelenekselleşen imsiler evreninin dağınık parlaklıkları olarak sönerler şiirin içinde.
 Kendi soluğuna bile yabancılaşan şiir’imsi, dasein’ının yersizyurtsuzlaştığı yersiz bir keyf ve yurtsuz bir sıcaklığın aranışında canlanır eşgüdülü şiir’imsi yaverini bulduğunda. İmsi, kalıplaştırdığı imler bütününün estetik bir impulsla parçalanışına hem neden hem de sonuç olur. Neden-sonuç ilişkisizliği bu süreçlerin tümüne de katılmasından ileri gelir. İleri geri konuşan imsi katıla katıla yıkar dizgeyi boşu boşuna. Boşluğunu boşaltıp dolduran birik’im yeni ailesidir onun. Gizemli ailesi ve aile içi yasalar düzlemini oluşturmadan iç depresyonuna yenilir yutulur hale gelir. Ailevi imleri sıcaklığına bile kavuşamadan parçalanırlar ki ‘aile parçalanışı’ mevzu bile edilmez ve kendisine çekil emri verilmez. ‘Muamma’ kendini açmış, projesini sunduktan sonra, kendiliğinden kendi içimine çekilmiştir.
 Tanrıdan olmayan bir revanın anısı ten karalar ve karaladığı alaşımları saflığının özgürlüğüyle kirlenir. Kirlenişi hem iyiyi hem de kötüyü buran bir saflığın kimyasıdır. Ama inorganik olduğu kadar organik kimyasının da ölümüne can katan bir cansızlığın imsi k’im’sesidir. Kül karılı bir yıldızın kıblesine ayarlı yönü estetiğin içini dışına çeviren bir toz-tabutun kekremsi şiirinin gününü gün eder dizge-dışılığıyla. Ve her devinişinde riskine revnak kala griliğini çözer ve en sonunda göz alıcılığıyla iç’ime dökülür. Fethedilen vaatler, vaat edilen fetihlere dönüşür. İşte o an göz alıcılığın efendisi kölesini fetheden duyar-şiirini okumaya başlar duyarlılığın yar’ına.
 Pürdikkat kesilen yürek tutkusunun bedelini açıklığıyla öder. Tutkusunun pürlüğü açıklığın hürlüğünden kaynaklanan bir esinle açımlanır. Tabansızlığı ve zeminsizliği adet edinen tutku, tumturaklı ve oturaklı bir durağın sesine soyunur. Söylem içi kalışından sosyal isteğini sınırlayarak sıyrılır. Söz’ünü ve töz’ünü kesen insanlar içre önce bireyinden uzaklaşır ardından rey’ini kendine atan anlayışın tanımladığı kendi’nden. Özezerliğinin iradesi her şeye karşı duran imsilerini bir tufandan korumak için tekhne’ye almış ve batırmıştır. Ama bundan az önce vaat edilen umut ve aşk dizge dışılığıyla yazıklanmaların eğriliğini asıl olana sarıp sarmalamıştır. Tohumlarının çatlayışı ile im bir dolunayın med cezirinde akışkanlaşan suyun derinliğine kapılır gider. İşte azığın sırta dayanan fazlalığı imin dizge dışı olan yeni bir dizge umudunu saçar anlamsızlığın demine. Dolunay dokunulmazlığı geril’im yaratan şiir’imsi suretini aynaya düşürdüğünde bir kaygı ekranının ironisine bürünür dili. Aynanın sırrına eren arkasızlık alanında adsız sansız bir ayna hayali ile aynayı parçalar. Bu kırık döküklüğün yankıları es ritminde gri hücrelerin ücra bir alanına ulaşır. Bakir bir ücralığın şaşkınlığı katı soyar yaşamı. Lime lime dökülen duyarlık hiç görmediği ve ummadığı yeni bir kendiliğindenliğin sırrını aşırtır tüm bilgeliğinin ve bilgisinin dümdüz tümseğinden. Kendine yeni gelen kendiliği yüzleşir her seferinde yeniden kendisiyle. Ortak acıların yüz yüze baktığı bir gezegenin yüz yüze gelemeyen ardıl yokluklarının tutkusu benzeşmeyi sorgular. Ve fethedilen benzemezliğin uçluğu olur tekrar ve ikrarla. Zaten hem ölümlülük hem de ölümsüzlük söz konusudur hâlâ.









































































---
Murat Beye yazıyı ulaştırdığı için teşekkür ederiz.

29 Ağustos 2010 Pazar

Mustafa Irgat - Gizil Şiddetindir

Oğuz Demiralp'in yönettiği CEHENNEMDE BİR MEVSİM dergisinin tamamını taradım. İçinde Irgat'ın ''Umut Dizgelerin Altında Yatan Gizi Şiddetindir'' şiiri var.

OKU

diğer yazarlar:
Mallarme, Enis Batur, Ece Ayhan, Maurice Blanchot, Hölderlin, T.S. Eliot, Philip Larkin, Paz, Güven Turan, Ece Ayhan.

İzzet Yasar - Sular İdaresi'nin Oraya Asla Dikilmeyecek Olan Mustafa Irgat Heykeli İçin Yazıt






Sular İdaresi'nin Oraya Asla Dikilmeyecek Olan Mustafa Irgat Heykeli İçin Yazıt



Düzyazı:

İşaretleyenlerin birbirine eklemlenerek anlam üretmesi.

Şiir:

İşaretleyenlerin birbiriyle çarpışarak imge üretmesi.

Mustafa Irgat:

Türk şiirinde bir parçacık hızlandırıcı.

İşaretleyenleri çarpıştırıp imge üretmekle yetinmeyen...

İmgeleri de çarpıştırıp dilin atomaltı parçacıklarını serbest bırakan...

Onları da çarpıştırıp yepyeni dil boyutları keşfeden...

Dilin karadeliklerinden geçen, paralel evrenlerinde gezinen...

Anlam gibi davranan imgelerin, imge gibi davranan anlamların yaşadığı gezegenleri ziyaret eden...

Anlamın ve imgenin henüz ayrışmadığı o sıfır noktasına kadar inmeyi deneyen...

Bu "rafızî tecrübe" ile zenginleşmiş olarak zamanımıza ve mekânımıza geri dönen ve bize Osiris Merdiveni gibi hazmı çok güç ama pek lezzetli taşyapıtlar armağan edebilen...

Aynı zamanda çok kibar bir insandı.

Nûr içinde yatsın.



İzzet Yasar



---
Ücra'nın özel sayısından. Murat Üstübal'a teşekkürler.

Baki Ayhan T. - Mustafa Irgat'ın Sesi ve Soluğu

Ücra Dergisi'nin Özel Sayısından




MUSTAFA IRGAT’IN SESİ ve SOLUĞU

Mustafa Irgat, yazdıklarının yanı sıra; fakat daha çok da “tavrıyla” şair olanlardan. Ona ilişkin anlatılanlar, anı parçacıkları bunu düşündürüyor bana: hırçınlığı, farklılığı, dizgedışılığı… Benim onunla tanışıklığım yazdıkları dolayımındadır; bunun dışında söylenenler benim için “biyografik” önem taşır yalnızca. Kişinin şairliğine karar verme konusunda ciddi ölçütler değildir bunlar.
M. Irgat ister gelenek içerisinde isterse geleneğin büsbütün dışında düşünülsün, konumlansın durum değişmez onun şiiri adına.
Tezatlarla ilerler her iki durumun kesiştiği alanda. Bir şiiri duraksız 11’li heceyle yazabileceğini hesaplayacak kadar kurallara gönül düşüren versus “harabolduğu kındaki çeşme- / yolumda ölüm mili, küçükseme-” diyecek kadar da aklın ermeyeceği imgeleri sezgiyle üreten biridir. Hesapla kitap bir arada değildir ama bir hesabın varlığı da göz ardı edilemez.
Türk şiiri tarihini bütün olarak düşündüğümde, bu komperatif geçişmeler düzeneğinde, doğrusu bir Yahya Kemal şiiri gibi, Ahmet Haşim şiiri veya Edip Cansever şiiri, Cemal Süreya şiiri gibi bir “Mustafa Irgat şiiri”nin varlığından çok da emin değilim. Belki yarım kalmış, belki kendini tamamlamaya yanaşmamış, belki yapılamamış bir şiirdir. Bilemiyorum, yanıt vermek zor. Bu yarım kalmışlığın nedeni ise o kadar da zor yanıtları gereksinmiyor. Pek çok şiirin(d)e sızmış bir Ece Ayhan sesi duyuluyor: “işsizlikler girdabı kardeşin- / ablasına sevdalı kimsesizliğin-” dizelerini hiçbir şiir tutkunu Ece Ayhan’ın sesinden ayrı okuyamaz. Çarpıcı imgelerle gerçek algısının bir arada bulunduğu dizeler için bunu söylemek daha kolay: “Bir rüzgâr ağsın gözlerden rengârenk yıldızlı merdiveni; / O uyansın bir düşe yeniden ve ağırdan alsın şiddetini.”
Bazen “boğulmak üzereyken” kurtulur Irgat’ın sesi. Kurtulduğu noktalar; farklı şeyler söylemeyi, şeyleri farklı söylemeyi gereksindiği yerlerdir. Ece Ayhan’ın “sıkı şiir” diye tanımladığı şeye yakındır yazdıklarının bir kısmı. Sözgelimi “At Gözü” böyle bir şiirdir. Irgat’ın şiirinde anlam aramanın yanlış olduğu söylenegelmiştir. Tam tersi, bence “aranacak” anlamlar vardır onun yazdıklarında. Sıkı şiir denilen şey biraz da böyle okunmalı değil midir? Irgat’ın birkaç şiirinin yeni okuma yöntemleriyle ele alındığında ilginç sonuçlar ortaya çıkacağını sanıyorum.
Ben bir şiirin, şairin özgünlüğüne karar verirken öncelikle geçmişe bakılması gerektiğine inanırım. Özgünlük geçmişle hesabını iyi yapmış metnin özelliğidir; geleceğe uzanan bir soluk olduğu kadar… Birbirlerinden farklı bağlamlarda da olsa “geçmiş” Tanpınar’ın, Hilmi Yavuz’un, Ece Ayhan’ın, Cemal Süreya’nın ilgisini hep çekmiştir. Gerek benim söylediğim bağlamda, gerekse başka bağlamlarda… Mustafa Irgat’ın yazdıklarına özgünlük bağlamında topluca baktığımda “en yazık nokta”nın “yakın geçmiş”te Ece Ayhan’ın sesine takılmak olduğunu, “en sevinilesi nokta”nın ise “uzak geleceğe” kendi sesini soluğunu özgür bırakabildiği yerler olduğunu görüyorum.
Keşke ikinci noktayı daha derinleştirip geliştirebilseydi, diyorum.

Bâki Ayhan T.

KAYNAKÇA
Ait’siz Kimlik Kitabı, YKY, 1994
Şiir Atı Yaz Kitabı 2004

---

Murat Üstübal'a katkıları için teşekkürler.


Üstübal'dan Irgat'a Mektup

Erol Özyiğit'in hazırladığı Şairini Arayan Mektuplar'da (Dönence Yay.) Murat Üstübal'ın Mustafa Irgat'a mektubu 


OKU


Murat Üstübal'a katkıları için teşekkürler.

Mitat Çelik'ten ''Temsili Olmayan Şiirler''

Ücra dergisi özel sayısından.

OKU


Murat Üstübal'a katkısı için teşekkür ederiz.

Murat Üstübal'dan ''Zaman Aşırı Irgat Dökümü''

Ücra'nın özel sayısındaki yazı.

OKU

Murat Üstübal'a katkısı için teşekkür ederiz.

24 Şubat 2010 Çarşamba

Yüzyılın Türk Şiiri'nde Mustafa Irgat

Mehmet H. Doğan'ın hazırladığı Yüzyılın Türk Şiiri'nde Mustafa Irgat (ve İzzet Yasar)

OKU

İlhan Berk'in Beyit-Mısra Antolojisinde Mustafa Irgat

İlhan Berk'in Beyit-Mısra Antolojisinde Mustafa Irgat (ve İzzet Yasar)

OKU

Irgat'ın Ece Ayhan söyleşisi: "Şiirimiz Karadır Abiler"

Mustafa Irgat'ın Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan 1993 tarihli Ece Ayhan söyleşisi.

OKU

Haydar Ergülen'in "Günler Geçer" yazısı

Haydar Ergülen'in Varlık Kasım 2007'de basılan yazısı.

(bu da bulunsun istedim, mütealliktir beyler)

OKU

Nar 9'daki Cahit ve Mustafa Irgat Özel Bölümü

Cahit Irgat'ın "Peşinden Söylenen Şarkılar" ile Mustafa Irgat'ın "(Hür) Şeref Bakanlığı'nın Bahçesinde, Eşref Saatinde, Ölüm Silerken İmzayı" şiirleri bakışımlı olarak kağıda mıhlanmış.

OKU

Besim Dalgıç'ın "O Geceden Kalan: Irgat'ın Kavafis'i" yazısı

Besim Dalgıç'ın Kitap-lık 83'teki yazısı.

OKU

Mehmet Güreli'nin "Duhuldeki Deney" yazısı

Mehmet Güreli'nin Kitap-lık 17'den "Duhuldeki Deney" yazısı.

Irgat'ın İlhan Berk söyleşisi: "İlhan Berk'e İki Yeni Kitabı Dolayısıyla Kimi Sorular"

Mustafa Irgat'ın Kitap-lık dergisi sayı 14 için İlhan Berk'le yaptığı söyleşi.

OKU

Mustafa Irgat - Ters Nefeste Beklemek (Defter 17)

Mustafa Irgat'ın Defter 17'de yayınlanan Ters Nefeste Beklemek şiiri.

- "Nerdeyiz, nicedir sallanıyoruz Stavrogin?"
- "Düzey'e geldik, kalem değmez'e be beyoğlu'm."

OKU

Efe Murad'ın "Fotoğraf Sanatında Maddeleşme: Mustafa Irgat Kırpıntıları" yazısı

Efe Murad'ın "Fotoğraf Sanatında Maddeleşme: Mustafa Irgat Kırpıntıları" yazısı.
Sanat Dünyamız 108'den.

OKU

Ahmet Güntan'ın Mustafa Irgat Yazıları

Ahmet Güntan'ın İyot'taki iki yazısı:
- Benim Bildiğim Mustafa
- Kendinde-Şair Mustafa Irgat'ın Şiiri Üstüne Ek Notlar*



* Bu yazı 'değiniler'de bulunan baschibozuck.com'un ""Ece Ayhan’ın tüp şairleri" Bir Edip Cansever incisi. Mustafa Irgat ve İzzet Yasar için döktürmüştür." kelamına binaen yazılmıştır.

21 Şubat 2010 Pazar

Mustafa Irgat çevirisi: Barthes'tan "Sabunlar ve Deterjanlar"

70'lerin Birikimi Sayı: 13



Sabunlar ve Deterjanlar

Roland Barthes

Dünya çapında ilk deterjan ürünleri kongresi (Paris, Eylül 1954) herkesin, Omo'nun aldatıcı esenliğine kapılma­sına yol açtı. Deterjan ürünleri cilde zararlı olmadığı gibi, maden işçilerini, “silikoz” denilen cilt hastalığından da bel­ki kurtarabilirdi. Bu ürünler için birkaç yıldır öylesine yo­ğun bir reklam yapılmakta, deterjanlar Fransa'nın günlük hayatına öylesine yerleşmektedirler ki, psikanalistlerin bu soruna biraz ilgi göstermeleri gerekir. Temizleyici sıvıların (Javel) psikanalizi, sabun tozlarınınkiyle (Lux, Persil) ya da deterjanlarınkiyle (Rai, Paic, Crio, Omo) yararlı bir biçim­de karşılaştırılabilir böylece. Duruma göre, hastalık ile has­talığın çaresinin, ürün ile kirliliğin ilişkileri bir hayli fark­lıdır.

Örneğin Javel suyu, dikkatle ölçülerek kullanılmazsa, yı­kanılan şeye zarar veren, onu “yakan” bir çeşit ateş suyu sa­yılmıştır öteden beri. Madenin zorlu ve yıpratıcı bir değişimi olabileceği düşüncesine dayanan efsaneler doğar bu tür ürün­lerden. Etkileyici madde ya kimyasaldır, ya da zedeleyi-cidir : Ürün, kiri «öldürür». Bunun tersine, tozlar, ayırıcı bir ni­telik taşırlar; onların görevi, temizlenen şeyi geçici kusur­larından kurtarmaktır. Bu durumda, kir artık öldürülmez, «kovulur» yalnız. Omo reklamlarının doğurduğu hayallerde, kirlilik, Omo'nun gözdağı vermesiyle bile, dakkasında sıvışıveren, çelimsiz ve kapkara bir düşmandır. Klorlar ve amon­yaklar, kurtarıcı ama kör bir ateşin elçileridir. Tersine, tozlar ayırıcıdırlar; yıkanan şeyin dokusu arasından kire yol göste­rirler; görevleri, savaş değil, polisliktir. Bu ayrımın etnografik karşılıkları da vardır: Kimyasal sıvılar, eski usulde çama­şır yıkayan kadının, çamaşır dövmesinin bir uzantısı gibidir; tozlar ise, ev kadınının yıkama teknesinde kirli çamaşırları sıkması ve çitilemesinin yerini tutar.

Ne var ki, tozlar söz konusu olunca bile, psikolojik rek­lamı, psikanalitik (bu “psikanalitik” kelimesini özellikle hiç­bir akıma bağlanmadan kullanıyorum) reklamla karıştırma­malı. Örneğin Persil Beyazlığının saygınlığı, kesin bir sonuç üstüne kuruludur; bir ötekinden daha beyaz olan iki şey kar­şılaştırılarak, kişilerin özentileri, toplumda sivrilmek istekle­ri harekete geçirilir. Omo'nun reklamı, ürünün etkisini (üs­telik abartıcı bir biçimde) gösterir; özellikle de, bu etkinli­ğin sürecini ortaya çıkarır. Böylece, maddenin bir çeşit ya­şama tarzına bağımlı kalan tüketiciliği, bir sonuçtan yalnız­ca kârlı çıkarmakla kalmaz, ürünle bir bakıma özdeşleşir, bir kurtuluşun suç ortağı olur. Bu durumda madde bazı üstün değerleri kendinden edinir.
Omo, deterjan olarak, oldukça yeni iki değer daha çıkar­mıştır ortaya : Derinliğine yıkama ve köpürme. Omo'nun derinliğine temizlediğini söylemek şimdiye kadar aklımıza gelmeyen bir şeyi, yani çamaşırların belirli bir derinliği ol­duğunu varsaymaktadır. Böylece hiç şüphesiz, çamaşır kav­ramı çekici bir nesne olur; sarılma ve okşama türünden her insanda varolan belli belirsiz dürtüleri boşuna uyarır. Köpü­ğün ise, belleğimizde belli bir lüks anlamı taşıdığı herkesçe bilinir : İlk bakışta yararsız görünse de, küçük bir mikta­rın, bol bol, kolayca ve neredeyse sonsuz bir biçimde çoğalma­sı; köpüğün içinde gürbüz bir kaynak, sağlıklı ve güçlü bir öz, çok bol sayıda etkin maddeler bulunduğu şansını uyan­dırır. Bundan başka köpük, maddeyi hava gibi hayal et­mek isteyen tüketici için ayrıca zevkli bir şeydir; bedende yarattığı uçucu teması dolayısıyla hem hafiftir, hem de yer çekimi yokmuşçasına dikinedir. Köpük, yiyecekler arasında (kaz ciğeri ezmesi, bir takım mezeler, şarap); giyecekler ara­sında (muslin, tül); sabunlar arasında {banyo yapan sine­ma yıldızı) mutluluk veren bir şey sayılır. Ruhun, bir hiç­ten her şeyi, küçük nedenlerden büyük etkileri çekip çıkara­bildiği inancı bulunduğuna göre, köpük, belli bir ruhaniliğin simgesi de olabilir (kremlerin, sopitif nitelikte, bambaşka bir psikanalizi vardır: Kremler, yüz kırışıklıklarını, acıları, yan­mayı, v.b. yok ederler). Asıl önemli olan, deterjanın yıpratıcı işlevini örtbas edebilmek; tüketicinin hayal gücünde, hem nüfuz edici, hem de hava gibi uçucu olan, çamaşırları yıp­ratmadan onların molekül düzenini etkileyen nefis bir ürü­nün hayalini yaratmaktır. Bu ürünlerin sağladığı aldatıcı esenlik, bize şunu da unutturmamalı : Persil ile Omo, bir açı­dan, yani Ünilever adlı İngiltere-Hollanda tröstü açısından, birbirinin tıpatıp eşidir.

çev. Mustafa Irgat

Mustafa Irgat çevirisi: Barthes'tan "Ne o - ne o Eleştirisi"

70'lerin Birikimi Sayı: 13



Ne o - ne o Eleştirisi

Roland Barthes

Günlük L'Express'in ilk sayılarından birinde, dengeli retoriğin nefis bir parçası olan ve yazarı bilinmeyen (ano­nim) bir eleştiri amentüsü okuduk. Yazıda, eleştirinin «ne bir salon oyunu, ne de bir belediye hizmeti» olduğu ileri sü­rülüyordu. Anlaşılan eleştiri ne gerici, ne komünist, ne pir aşkına, ne de siyasal olmalıydı.

Burada, bir çeşit sayı kudurganlığını esas alan «ikili dış­ta bırakma» mekanizması diyebileceğimiz bir tutum söz konusudur. Birçok kez karşılaştığımız bu mekanizmayı kabaca bir küçük burjuva özelliği olarak tanımlayabilirim. Kişi, yöntemlerin hesabını bir teraziyle yapar; sanki ideal bir ruhaniliğe sahip, yapacağı şeylerin etkisi önceden hesaplana-mayan bir hakemmişcesine canının istediği gibi yükler terazi­nin kefelerini. Ve bu yüzden de, terazinin oku kadar doğru gözükür.
Bu muhasebe işlemi için gerekli daraları, kullanılan te­rimlerin ahlâkiliği oluşturur. Eski bir terörist yönteme göre, yargılama, ad koymaya eşlik eder («terörizmin dışındayım» diyen her kişi terörizmin dışında kalamaz). Ve kelime, ne ol­duğu önceden bildirilmeyen bir suçluluğun safrasıyla terazi­nin kefelerinden birini gelir çökertir. Örneğin ideolojilere karşı kültür çıkarılır. "Kültür, toplumsal saflaşmaların dı­şında yer alan, soylu ve evrensel bir zenginliktir : Kültür yer çekimine meydan okur. İdeolojilere gelince, taraf tutan icat­lardır onlar : Atıver onları da tartıya! Kültürün sert bakış­ları altında ne birine, ne ötekine hak verilir (kültürün de eninde sonunda bir ideoloji olduğu akla getirilmez). Sanki bir yanda, terazinin rezil oyununu beslemekle yükümlü, han­tal ve kusurlu kelimeler (ideoloji, doğma, militan) var; bir yanda da hafif, saf, maddî olmayan, Tanrı yasasıyla soylu kılınmış, sayıların aşağılık yasasına boyun eğmeyecek ölçüde yüce, yalanların hazin hesaplarının üstünde yer alan keli­meler (serüven, tutku, büyüklük, erdem, onur) var. Bu ikinci tür kelimeler, birinci öbekteki kelimelere ahlâk dersi vermekle görevlidir. Yani bir yanda suçlu kelimeler, öbür yanda yargılayan kelimeler var. Ancak, bu canım Üçünü-Taraf olma ahlâkı, kaçınılmaz bir biçimde, yeni bir ikiye bö­lünmeyle (dichotomie) sonuçlanır; bu bölünme ise, yete­rince çapraşık olmadığı için ayıplanan ikilik kadar basittir aslında. Gerçekten de dünyamız, alternatifli bir yapıda ola­bilir. Ama inanın, Yargı-Kurulu olmayan bir bölünmedir bu : Yargıçlara kurtuluş yok, onlar da pekâlâ aynı geminin yol­cusu.

Zaten Ne o-Ne o eleştirisinin hangi yanda yer aldığını anlamak için, sözkonusu eleştiride başka ne gibi mitosların su üstüne çıktığını görmek yeterli. Edebî bir «kültüre» («bütün zamanların sanatına») dayanan her tutumun gönlünde yatan zamandışılık mitosu üstünde fazla durmadan, şu bi­zim Ne o-Ne o öğretisinde, burjuva mitolojisinde alışılagelmiş iki kaçış kapısı bulunduğunu da belirtmeliyim. Bunların bi­rincisi, «a priori yargının yadsınması» diye tanımlanabile­cek belli bir özgürlük anlayışıdır. Oysa bir edebî yargılama, içinde yer aldığı anlayış tarafından belirlenir. Sistem yok­luğu bile -hele bu yokluk bir amentü durumuna getirilmiş­se- gerektiğinde burjuva ideolojisinin (ya da anonim yaza­rımızın deyimiyle kültürün) pek sıradan bir çeşidi olabilecek, bütünüyle tanımlanmış bir sistemin parçası olur. Hattâ bir kişi, aslında özgür olduğunu direnerek ileri sürerse, onun bağlılığı konusu hiç tartışma götürmez. Her türlü sistema­tik belirlemeden uzak, masum bir eleştiri uyguladığını ileri süren her kişiye rahatça meydan okunabilir : Ne o-Ne o'lar da bir sistem içinde yer alırlar, üstelik bu sistem, bağlı ol­duklarını ilân ettikleri sistem de olmayabilir. İnsan ve Ta­rih, İyilik, Kötülük, Toplum, v.b. hakkında önceden fikir edinmiş olmadan, edebiyat üstüne yargıda bulunulamaz : Ne o-Ne o'cularımızın, “insanı hayretler içinde bırakmayan” aşa­ğılık sistemlere karşı çıkardıkları, sevinerek mânevi değerler­le yükledikleri o basit «serüven» kelimesinde bile, öyle bir kalıtım, öyle kötü bir alınyazısı, öyle bir tekdüzelik var ki! Eninde sonunda her özgürlük, belli bir a priori'den başka bir şey olmayan, bilinen bir tutarlılığa ulaşır. Bu yüzden de, eleştirinin özgürlüğü, taraf tutmayı yadsımak değil (imkân­sızdır bu!), tuttuğu tarafı açığa çıkarmak, ya da gizlemektir. Metnimizin ikinci burjuva belirtisi, aldatıcı bir rahatlık içinde, edebiyatın ölümsüz değeri olarak bilinen «üslûba» değinmesidir. Oysa, hiçbir şey Tarihin soruşturup yargılama­sından kurtulamaz, iyi yazmak bile. Üslûp bütünüyle eski­miş bir eleştirel değerdir. Bazı önemli yazarların klasik mi­tolojinin bu son kalesine saldırdıkları şu dönemde, «üslûbun» yanında yer almak belli bir arkaikliğin kanıtıdır : hayır, bir kez daha «üslûba» geri dönmek, yenilikler umulan bir serü­ven olamaz! Sonraki sayılarından birinde daha aklı başında davranan L'xpress, sihirli bir çareye başvurulur gibi Stendhal'i imdada çağıranlara («Stendhal gibi yazılmış») karşı, A. Robbe-Grillet'nin yerinde bir çıkışını yayımladı. Belki, bir üslûpla bir insanlığın birleşmesi (Anatole France örneği) Edebiyatı temellendirmeye yetmiyor artık.
Giderek sözümona insancıl bunca eserde saygınlığını yitiren “üslûbun”, so­nunda a priori kuşkulu bir nesne durumuna gelmesinden kor­kulur. Böyle olmasa bile, bir eseri değerlendirirken, onun üs­lûbunu, ancak yazarın işine gelirse hesaba katmak gerekir. Elbet bu, Edebiyat belli bir biçim oyununun dışında varola­bilir demek değildir. Ne var ki, tanrısal bir aşkınlıkla yönete­cekleri iki yanlı bir evrenin tutkunları olan bizim Ne o-Ne o'-cuların ister hoşuna gitsin, ister gitmesin, iyi yazmanın kar­şıtı kötü yazmak değildir mutlaka. Günümüzde belki bu, yazmak'tır sadece. Edebiyat zorlu, çetin ölümcül bir durum olmuştur. Kurtarmaya çalıştığı şey artık süsleri değil, pos­tudur. Yeni Ne o-Ne o eleştirisinin bir mevsim gecikmiş ol­masından korkarım.

çev. Mustafa Irgat

[kaynak]
not: birikim dergisi çevirmenin adını vermeye yüksünmüş, sağolsunlar.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Külliyat

Kitaplar:
"Mustafa Irgat'ın şiiri kendi kendisine tırmanan bir sarmaşık. Ses ile susku, harf ile hece, anlamile ezgi arası kronik bir med-cezir çalışması. Ne zaman nerede başladığı bilinmiyor. Bitip bitmeyeceği de. Bu "ilk kitabı" ondan sökerek aldık." 
1995, Orhon Murat Arıburnu Şiir Ödülü 

"Bir düşe uyanıyorum ve ağırdan alıyorum şiddetimi. Giderken öğreniyorum gidilmesi pek gereken o yeri. demişti, 'gidilmesi pek gereken o yere' gitmeden önce, Mustafa Irgat. Ve, 'oraya' gitmeden önce, şiirlerinin yanı sıra iki dergi ve bir gazetede sinema yazıları da yazmıştı. 'Umut', 'Pariste Son Tango', 'Kaçaklar', 'Le Samurai', Pasolini filmleri, çağdaş sinema vb. gibi. Bir şairin kamerasından geçerek tekrar 'okunan' bazı filmler ve yazılardan oluşuyor, 'Duhuldeki Deney'. Mustafa Irgat onlara tekrar ışık tutup, yer gösteriyor. "
- 2014'te Tekrar baskısı yapıldı

  • Sonu Zor (YKY, 2012)

''Mustafa Irgat (1950-1995) ardında kucak dolusu dosya bırakmıştı.
Ahmet Güntan o dosyalardan bu kitabı çıkardı.
Çok mazo ki sözünü etmek istemem.
Şerefiye vergisi niye insanlara nereli olduğunu soruyorsunuz?
Uzak gözlüklü Beyoğluluyum,
Bir de Bomonti'de EC'nin kar yağan balkonuyum.
Yoksul değilim ama başa gelmiş bu yoksulluk çekilmiyor!
Sana istersen getireyim göğsüme değen numune bir falçatayı.''


    Sergileri:
    • 66 Kare Sergisi'nde, Kuratör: Sezen Tansuğ, Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi, Ekim 1993 [kaynak] [resim]
    • Yapı Kredi Sanat Galerisi, Şubat-Mart 1995 [kaynak]
    • Cemal Reşit Rey Konser Salonu'nda, Kasım 1993 [kaynak]
    • bir de Komet'in 2002'de Dirim Sanat Galerisi'ndeki "Suç Ortaklığı" sergisinde bir resmi varmış. [kaynak] [peşindeyiz]


    Yazılar, Söyleşiler:
    • Özgür Ülke'de sinema yazıları (Duhuldeki Deney oldular).
    • " 'Get Lan', Umut Filmini Bir Kez Daha Açındırmak Üzere 12 Noktada Söyleşme" Defter 14'te (Duhuldeki Deney'de mevcut).
    • "Ters Nefeste Beklemek" Defter 17'de.
    • Ait'siz Kimlik Kitabı'nın "Kimi Sorulara Kimi Yanıtlar" (sf.79-90) bölümü kendisiyle yapılan söyleşi(vâri)leri barındırır. 
    • “‘Tekin Değildir fiiir’” (Ece Ayhan, Bütün Yort Savul’lar! Üzerine), Kitap-lık, S. 8 (Mayıs 1994), s. 7
    • “S. P.!” (Sylvia Plath, Üç Kadın üzerine), Kitap-lık, S. 11 (Ekim 1994), s. 20
    • “İlhan Berk’e iki Yeni Kitabı Dolayısıyla Kimi Sorular” (Mustafa Irgat), Kitap-lık, S. 14 (Mart-Nisan 1995), s.17
    • Mustafa Irgat, “Kuzey’in ‘Yukarda’ Oldugunu Nerden Biliyoruz”, Şiirin Bir Altın Çagı içinde, s.138.
    • Mustafa Irgat, “Siirimiz Karadır Abiler”, Ece Ayhan'la Söyleşi, Aynalı Denemeler içinde
    • “Ece Ayhan Üç Yeni Kitabıyla Yeniden Gündemde ‘Siirimiz Karadır Abiler’”, Cumhuriyet Kitap, 176 (Temmuz 1993).



    Çevirileri:
    • Roland Barthes "Ne o - Ne o Eleştirişi", çev. Mustafa Irgat, Birikim, 3(13), Mart 1976
    • Roland Barthes "Sabunlar ve Deterjanlar", çev. Mustafa Irgat, Birikim, 3(13), Mart 1976


    Editörü olduğu kitaplar:

    • Işıl Saatçioğlu, İtalyan Hermetik Şiiri Antolojisi, YKY 1995
    • [Hüseyin] Salih Ecer, Seferi, YKY 1995
    • Zafer Şenocak, Gençlik Ayinleri, YKY 1994
    • Fikret Ürgüp, Dosdoğru Günlük, YKY 1995
    • İlhan Berk, Kanatlı At (Söyleşiler), YKY 1994



    Hakkında:

    • Yasar, İzzet; “Parça Etkili Bir İlk Kitap için Tanıtım Senaryosu” (Mustafa Irgat, Aitsiz Kimlik Kitabı üzerine), Kitap-lık, S. 9 (Haziran 1994), s. 9
    • Dalgıç, Besim; “O Geceden Kalan: Irgat’ın Kavafis’i”, Kitap-lık, S. 83 (Mayıs 2005), s. 10
    • Güreli, Mehmet; “Mustafa Irgat’la...”, Kitap-lık, S. 17-18 (Eylül-Aralık 1995), s. 97
    • Şiiratı Yaz Kitabı 2004'te Özel Bölüm: "Mustafa Irgat Yaprakları", yazılarıyla katkıda bulunanlar: İzzet Yasar, Ahmet Güntan, Mehmet Günsür, Ahmet Eken, Orhan Alkaya, Hulki Aktunç, Seyhan Erözçelik, Ömer Turan, Mustafa Irgat.
    • Nar Edebiyat 9'da özel bir bölüm var Cahit ve Mustafa Irgat'a dair.
    • Erol Özyiğit'in hazırladığı Şairini Arayan Mektuplar'da (Dönence Yay.) Metin Üstübal'ın Mustafa Irgat'a mektubu OKU  
    • Seçil Büker “Mustafa Irgat’ın Duhuldeki Deneyi”. Cumhuriyet Kitap, 320 (Nisan 1996).
    • Erdinç Uzak, Sinefil Dergisi Aralık 2004'te "Duhuldeki Deney" değerlendirmesi
    • Ücra Dergisi özel bir sayı yapmış. [peşindeyiz]
    • Karagöz dergisinin ekim-kasım 2009 sayısında kendisi hakkında inceleme çıkmış. 
    • Hayriye Ünal, Aitsiz bir Mustafa, Hece 173